19 Aralık 2012 Çarşamba

Tünel (11.10.2004)

Genç adam, yeni aldığı  son model arabası ile, yeni yapılmış pürüzsüz  asfalt yolda hızla ilerliyordu, sağ yanında ışıl ışıl masmavi bir deniz parıldıyor, sol yanında yemyeşil sık bir orman yol boyunca ona eşlik ediyordu… Ormandan yayılan çam kokuları, kır çiçeklerinin nefis baygın kokularına karışarak nefis bir koku kokteyli halinde  serin serin arabanın içine doluyor, insana yaşama sevinci veriyordu…Radyoda romantik bir aşk şarkısı zaten çok az duyulan motorun ve yolun sesini tamamen sarıyor,yaşamın güzelliğini fısıldıyordu… Genç adam adeta kanatlanmış  uçuyordu,çok mutluydu…Bu süreç sanki hiç bitmeyecekti,neden bitsin ki, araba yeni, depo  dolu, yol nefis, herşey yolunda…

Hesapladığı sürede sevdiğine kavuşacağını  düşününce mutluluğu artıyor, gaza biraz daha basıyordu,


 yol zaten çok  müsaitti, sevgilisinin  gülen yüzü zaman zaman ön cam da belirip kayboluyor, sabırsız bir bakışla “hadi gel artık” diyordu sanki…

Bu hafta sonu onunla geçireceği güzel zaman dilimini düşünürken daha önce yaşadıklarına dalıp gidiyordu, mutlulukla gülümseyen yüzünü aynada görünce etrafta gören varmı diye gayri ihtiyari çevresine bakındıktan sonra bir kahkaha patlattı, kim görecekti  ki, yol bomboştu, rahatsız olmasın, mutluluğu zedelenmesin diye koca yol ona tahsis edilmişti sanki. Gerçi bu yolun yeni açıldığını öğrenmiş, rahat edeceğini düşünerek kendi karar vermişti bu yoldan gitmeye, ama bu kadar tenha olacağı da hiç aklına gelmemişti doğrusu, yolun zemini çok güzeldi, fazla viraj yoktu, bir de tenha olunca sevdiği kadına daha çabuk varması doğaldı..

Sevdiği kadını düşünürken aklına nereden geldiği belirsiz garip bir şüphe düşüverdi
“sevdiğim kadın da beni aynen seviyormu acaba” diye bir düşündü,ama fazla üstünde durmadı…“her şey çok güzel, bu güzelliğin tadını çıkarayım, neş’emi olumsuz düşüncelerle kaçırmanın anlamı yok “ dedi kendi kendine. “Gerçi zekam, azmim gayretim sayesinde bugüne kadar geçen hayatım hep güzeldi, hep de böyle gidecektir, benim dışımda hiçbir güç bunu bozamaz, bu yaşta ihmal edilmeyecek bir servete, güce sahibim, sağlıklı ve cesurum “ diye mırıldandı keyifle…

“Herşeyin bir sonu olduğu söylenir ama her halde ahmaklar için geçerlidir bu kural,ben üstüme alınmıyorum “ diye devam etti mırıldanmasına gerçi biraz canı sıkılmıştı, nerden düşüyordu aklına bu düşünceler, hem  bu kural doğru da olsa ; bu güzel yolculuğun sonunda daha güzel bir zaman dilimi başlamayacakmıydı?, sevdiğiyle başbaşa bir hafta sonu…

Öncekilere bakılırsa hiç de fena bir zaman dilimine gitmiyordu ya, bir güzellik biter daha güzeli başlayabilirdi…

Neyse neş’e sini çabuk toparlamıştı, aklına gelebilecek bu tür mantıklı esintileri önlemek için radyodaki müziğin sesini biraz daha açtı, o da yetmedi kendisi de bildiği kadarıyla şarkıya eşlik etmeye, bilmediği yerlerde ıslıkla katılmaya başladı, hiçbirşey bu mutlu sürece gölge düşürmesindi…

Zaman ilerliyor, kilometreler arabayla yarışırcasına tükeniyordu, akşam olmadan sevgilisine kavuşacağı artık kesin gibiydi, 2 saatlik bir yol ancak kalmıştı…

Yemekten sonra yeni açılan diskoya gideceklerdi,daha sonra da...

Hayallerinden sıyrıldığında; sol tarafındaki yemyeşil  ormanın  küçük tepelerde yükselmeye başladığı, dümdüz yolunda da gittikçe sıklaşan virajlarla tatsızlaşmaya başladığı dikkatini çekti…

Ağaçların gölgeleri de  uzamaya başladığında yol denizden oldukça yükselmiş, ormanlık arazide de daha sarp kayalıklar, yüksek tepeler görülmeye, orman daha tepeden bakmaya başlamıştı, can sıkıcı bir şekilde artan virajların  arasında yükselen ve birden önüne çıkıveren dağlar sanki üzerine üzerine geliyorlardı…

Neyse ki virajı döner dönmez masmavi deniz sevgilisinin gözleri gibi içini ferahlatıveriyordu, gerçi deniz de sevgilisinin gözleri gibi uzaktaydı artık ama gene de onu görmek içini ısıtıyordu…

Hep öyle gideceğini sandığı düz yol , ve diğer güzellikler, virajlarla, tepelerle yer değiştirdikçe, canı sıkılmaya, neş’esi kaçmaya başlamıştı daha nelerle karşılaşacaktı acaba, endişesini bastırmaya çalışmak için radyoda daha hareketli bir şarkı buldu …

“Yol da amma tenha” diye düşündü bir an, şimdiye  kadar memnun olduğu bu durum nedense içindeki endişeler artınca onu rahatsız etmeye başlamıştı, denizden yükseldikçe hava serinlemiş ve  hafif hafif yağmur atıştırmaya başlamıştı, yol kayganlaşır diye hızını biraz daha azalttı, canı iyice sıkılmıştı, sevgilisine varışı gecikecekti…Oysa anlaştıklarından daha erken varıp ona sürpriz yapmayı planlıyordu…

Yol da denizden epey yükselmiş ve uzaklaşmıştı, biraz sonra deniz de görülmez oldu, 
Orman da yoldan içeriye, daha dikleşen ve yükselen yamaçlara taşınmıştı, artık yol kenarında pek ağaç kalmamıştı, yağmurla ıslanan toprağın o ilginç farklı serin kokusu ciğerlerini dolduruyordu, ama bundan bile eski tadı alamıyordu… Hızla artan yükseklik le ,yağmur da  şiddetini arttırmıştı…

O sırada kulağına tekrarlayan düdük sesi geldi, eyvah! eyvah ki ne eyvah!

Cep telefonunun şarjı bitiyordu…

“Tüh” dedi kendine kızarak, akşam şarja takmayı unutmuştum…Neyse yolda bir benzin istasyonunda çay içerken şarj ederim diye düşündü. O an şimdiye kadar dikkat etmediği birşey aklına geldi; bu yola girdiğinden beri neredeyse 4-5 saattir hiç benzin istasyonu görmemişti… “ne biçim yol bu” diye kendi kendine kızmaya başladı, “ne diye hiç bilmediğin bir yola yalnız başına giriyorsun, neye güveniyorsun, arabaya mı, parana mı, şimdi bir problem olsa ne yaparsın bu dağ başında, tek başına” diye kendini azarlarken kaygan virajlı yolda daha temkinli ilerliyor,dikkatini dağıtmaması için de zaman zaman kafasını iki tarafa sallayarak adeta düşünceleri kafasından kovmaya çalışıyordu…

Ninesinin “kötü düşünce kötülük getirir” sözünü hatırladı, az önce kapattığı radyoyu tekrar açtı, iyi düşünceleri toplamak için. Radyoyu açmak için bir an yoldan ayırdığı  gözlerini yola çevirdiğinde hemen frene bastı, arabanın üstün teknik özellikleri  savrulup yamaca yaslanmasını önleyememişti…

“Aman Allahım “ dedi gayri ihtiyari…

Kendi de şaşırdı bu sözü söylediğine, şimdiye kadar ağzından pek çıkmayan Allah sözünü nasıl söylediğine bir an şaşırdı  ama bunu düşünecek zaman değildi…

Gözlerini ovuşturarak tekrar gördüklerini kontrol etti, “olamaz bu” diyordu, “kabus falan görüyorum herhalde”…Hafiflemiş te olsa yağmakta olan yağmura aldırmadan, ıslak sarı kaygan toprak yamaca çömelip bir sigara yaktı, bir iki nefes aldıktan sonra inanamadığı manzaraya tekrar baktı , evet gördüğü gerçekti…Gördüğünün doğruluğuna hiç bu kadar üzülmediğini düşündü, gözleri şimdi de göremediğini aramaktan yorgun önüne eğildi, geldiği yana baktı, arabanın haline baktı, ağlamaklı gözlerle, çaresiz…

Evet buraya kadar üzerinde geldiği  virajlı, ıslak, kötü yol gideceği tarafta yoktu, yol bitmişti! nasıl işti bu…

“Yol mu yoksa ben mi bittim?” diye düşünürken, havanın da kararmakta olduğunu farketti. Ağlanacak zaman değildi, bu dağ başında daha neler yaşayacaktı acaba…

Evet yol kayan toprağın altında kaybolmuştu. İleri gitmenin olanağı yoktu, araba kaygan sarı çamura kısmen saplanmıştı, arabayı güç bela kurtarsa da yol çok dar olduğundan geri dönmesi de mümkün değildi, yazık oldu güzelim arabama diye içini çekti, yazık olan o değil ki sadece.. O geçirdiğim güzel süreç,hayallerim, yaşayacaklarım da nasıl yok oldu birden bire, yarım saat önce neşeyle ıslık çalıyordum, uçar gibi kullandığım yumuşacık direksiyonda, sevgilimi hayal ederek mutluluktan  uçuyordum…Ne oldu da, hiç beklemediğim bu kabusun  içinde buldum kendimi, rüyasında görse uyanınca “olmaz böyle saçma şey” diyeceği  derin bir kabusun ortasındaydı  işte…

Korku, endişe, biraz da üşümeyle ürperdi, bir kısmını  içtiği sigarasının kalan kısmını  ıslak toprağa atarak ayağa fırladı…Böyle durumlarda zaman ne kadar da hızla ilerliyordu, işte ortalık kararmaya yüz tutmuştu bile, gerçi havanın kapalı olmasının da etkisi vardı ama ,akşam da yaklaşıyordu, arabanın içinde gecelemesi tehlikeli olurdu, zira saplandığı çamur kitlesi kaymaya devam edebilirdi, o zaman onu da arabayla birlikte sürükleyip sağ tarafındaki uçuruma atabilirdi, ya da arabayı tamamen örtüp içinde boğulmasına sebep olabilirdi, evet arabayı bu saplandığı çamurdan kurtarmak ta çok zor ve zaman alıcı olduğuna göre hava daha fazla kararmadan bir çare bulmalıyım diye düşünerek yolun devam etmesi gereken tarafına yöneldi…

Belki o tarafta bir benzin istasyonu, ev falan bulurdu, geldiği tarafta olmadığını biliyordu…Üzerindeki pahalı elbiseyi bulaştırmadan kayan çamur kütlesinin  etrafından dolaşarak geçmeye çalışırken çamurun içinde gömülü büyükçe bir kaya parçasına ayağı takılarak yüz üstü yere kapaklandı, her yeri yüzü gözü çamur olmuştu,

Lanet okudu, neye olursa herşeye lanet olsun du…


Daha fazla oyalanmamalıydı, tekrar kalktı, yürümeye devam etti artık daha rahattı, sakındıkça batıyordu, kanıksamıştı belayı… Üşüyordu, ayakları uyuşmuştu, sırtı üşüyordu, en çok da sırtının üşümesinden korkardı, zira sırtı üşüdü mü uzun süre hasta yatardı… Ama şimdi bunları düşünme zamanı değildi, yürümeliydi…

Kayan çamur yığınının etrafından dolaştı, oldukça büyük bir kütle kaymıştı, yolu tamamen örttüğünden yol görülmüyordu, yolun sağ tarafı zaman zaman küçük ağaççıklar, çalılarla sınırlanmış ve 20-30 metre aşağıya doğru uzayan derin  dik bir yamaç la kucaklanıyordu…

O çalılar elini yırtsa da birkaç kez hayatını kurtarmıştı, çamur yığını yolun devamında bir dağa dayanıyordu, yol yok olmuştu sanki, çalılara tutunarak yamacın kenarında tehlikeli bir yürüyüşten sonra yolu gördü, bütün acılarını unutmuştu, yolda biraz ilerledikçe sol tarafındaki dağın bir duvar gibi yolun üzerine doğru sarktığını fark etti,dehşetle irkildi, bu ne bitmez kabustu, şu rüyadan nasıl uyanılır dedi kendi kendine…Daha fazla ilerliyemiyordu, yağmur da hızlanmıştı, üşüyordu, çok üşüyordu.. Bu dağ başında ölüp gidecekti…Bir başına, sevgilisinden uzakta…Çok uzaklara gidecekti…Ninesi öyle birşeyler söylerdi, o da çok saçma bulduğu bu sözleri doğru dürüst dinlemeden kadıncağızın ağzına tıkardı…

Ölümün yok oluş olmadığını ama uzun bir seyahatin başlangıcı olduğunu söylerdi mesela, amma saçma diye düşündü, “ölen adam önümde iki seksan yatarken seyahata çıktığına nasıl inanırdım ki” diye söylendi kendini halen daha haklı bulmanın övüncüyle…Bir de “dua etmenin önemi”nden  bahsederdi sık sık, “dua edersen birçok olmazın olacağını söylerdi” diye mırıldandı duayı kim işitecek te olmazı olur edecekti ki…

Ama hakikaten şimdi öyle bir şey olsa ne iyi olur diye gecirdi içinden…“inanmasam da şu berbat durumdan kurtulmak için dua bile edebilirdim, ama kime dua edeceğim, ne diyeceğim ki, hem şimdiye kadar hiç tanımadığım bir varlıktan ne yüzle yardım isteyeceğim ki” diye düşündü mahçup…“Kadıncağız bana birşeyler anlatmaya çalışıyordu, hep ağzına tıkıyordum, ne sabırlı kadınmış ama… Keşke dinleseydim , şimdi içimde keşke onu da deneseydim diyeceğim bir seçenek kalmayacaktı, şu durumumda saçma da olsa her şey denemeye değer…” dedi içini çekerek…

Geri dönmeyi tekrar arabayı kurtarmayı düşündü bir an, ama gücü de gittikçe tükeniyordu, zaten önden çekişli arabanın ön tekerleğinden biri çamurun içindeydi, “her halde kurtaramam”  diye düşündü ümitsizce…
Uçurum kenarından, o dikenli çalılara tutunarak, çamur yığınının içinden geri dönmeyi de gözü yemiyordu zaten…Çömelip biraz önce yaktığı sigarasını içmek için çamursuz bir yer aranırken biraz ilerde yolun üstüne sarkan dağın duvar gibi düz yamacında düzgün şekilli bir karaltı gördü, tam çıkartamıyordu ama tanıdık bir şekildi bu, üst tarafı yarım daire şeklinde dikdörtgen bir karaltı, ne olduğunu  çıkartamadığı bu karaltıya doğru yürüdü hızlı adımlarla, evet evet tanıdığı şeye benziyordu bu, eğer tahmin ettiği şeyse, ninesinin sözlerini  daha iyi düşünecek, hatırlamaya çalışacaktı, Allah diye bir varlıktan bahsediyordu, gözle görmediği halde, görmüş gibi anlatıyordu, “Bunak ta değildi, bir çok eski olayı hatırlıyor, hiç bir konuşmasında da saçmalamıyordu, ama bazen söylediklerini hiç aklım almıyordu işte, gözle görmediği şeylere inanıyor bana da inandırmaya çalışıyordu” diye düşündü gayriihtiyari…

Dağdaki lekeye kilitlenmiş, hızlanan yağmurun da etkisiyle oraya doğru koşmaya başlamıştı, artık gözleri de karanlığa  alıştığından yaklaştığı leke daha belirgin olmaya derinlik kazanmaya başlamıştı, biraz daha ilerleyince bunun bir tünel olduğuna şüphesi kalmamıştı. Çok sevinmişti…Endişeleri yerini sevince bırakmıştı; en azından geceyi burada yağmurdan korunarak geçirecekti, yarına Allah kerim di, işte gene anneannesinin sözlerinden biri çıkıvermişti ağzından, “kadın çaktırmadan amma işlemiş beynime” diye gülümsedi…

Tünele girdiğinde yağmurdan kurtulmuş olmanın mutluluğunu yaşadı…Bu mutluluk ta amma ilginçti, sıçan gibi ıslanmış, üşüyor, buradan nasıl kurtulacağı belli değilken bu şartlar altında kuru bir yer bulmanın sevinciyle, sadece bu kadarcık bir şeyle mutluluktan uçuyordu adeta…

Ninesinin “kötü şeyleri düşünmek kötülükleri getirir” sözlerini tekrar hatırlayarak olumsuz düşüncelerden sıyrıldı, tünelin giriş ağzında tünel duvarı ile yol arasında oluşturulmuş iki karış yüksekliğinde düz bir platform gördü, oracığa çökerek sigarasının kalan kısmını büyük bir mutlulukla içip bitirdi, “Ninemin bu sözünü çok değer verdiğim o  sosyetik meditasyon seanslarında da söylüyorlardı, demekki  kadıncağızın sözlerini hafife almakla hata etmişim” diye düşündü…“Diğer tavsiyelerini de, sözlerini de tekrar gözden geçirmekte yarar olabilir, hafife almamak lazımmış kadıncağızı diye” söylenirken kendine kızdı…

“Bu tüneli bulduğum iyi oldu, dua falan etmeden, kimseden yardım almadan, kendi gücüm ve çabamla burayı buldum, güvendeyim şimdi, herhalde burası da çökmez sağlam bir yapıya benziyor” diye düşündü yeni bir sigara yakarken…Kibriti söndürmeden etrafını görmeye çalıştı ama nafile, çok karanlıktı etrafı…Kafası amma çok çalışıyordu, kendisi çok yorulmuş, adım atacak hali yoktu ama beyni durmak bilmiyordu, “belki de ninemin söylediklerinin hepsi doğru değildir” diye düşündü kontrol edemediği beyni…“Dua falan etmeden kurtuldum işte, hem de kendi gücüm , kendi zekam, kendi çabamla…” diye tekrarlıyordu ninesinin haklı çıkmasını kabullenemiyordu,
olacak işmiydi, kendisi ve çevresi okumuş entel insanlardı, ninesinin söylediği gözle görülmeyen, bilimsel dayanağı olmayan hayali şeylere mi inanacaktı, bilimin dediklerine mi, bilimin herşeyi bildiğine, hem de doğru bildiğine inanıyordu, bu panik halinde aklına gelenleri duyarlarsa sosyetik, entel çevresi onu her halde terk ederdi, söylemezsem nerden bilecekler diye kendini teselli etti onlarsız bir hayatı düşünemezdi, korkunç bir yalnızlık olurdu…

“Görmesem de varlığını biliyorum, nerde olduğunu da ,ama beynimin çalışmasını durduramıyorum, gücüm bu et parçasına yetmiyor” dedi kendi kendine ,bir an çok aciz hissetti kendini, nerde olduğunu biliyordu ama görmüyordu, ve kontrol edemiyordu işte o yumuşacık et parçasını…Kendinde bulup ta varlığı ile çok öğündüğü gücü bu görmediği varlığa hükmetmeye yetmiyordu işte…O çok öğündüğü gücü artık bacaklarına da hükmedemiyordu, çok yorgun hissediyordu, yürüyecek hali kalmamıştı, o gücüne ne olmuştu acaba, nereye gitmişti…

Gücünü de gözle görmüyordu ama şimdi onsuz bir et yığını haline gelmişti adeta, bir adım atacak hali yoktu, “demekki “dedi “birşeyin var olduğuna inanmak için onu görmek şart değilmiş” ışık olmayınca gözleri de iflas etmişti, gücünü toplasa da daha fazla yürüyemezdi, “evet evet bu karanlıkta daha fazla ilerlemek  tehlikeli olabilir en iyisi sabahı bekleyeyim” diye kendine arka çıktı, konuyu da değiştirmek istiyordu…

Şimdiye kadar üzerinde hiç düşünmediği ilginç düşünceler sağnak sağnak yağıyordu,
aslında düşünmeye alışkın da değildi, pek yalnız da kalmadığından fırsatı olmazdı düşünmeye …Aslında gittikçe de batıyordu çünkü, kendi kendine çelişip duruyordu. Eskiden ne güzeldi, düşünmesine gerek olmadan, aslında fırsat  olmadan; sosyetik meditasyon veya felsefi toplantılarda verilen mesajlarla işi götürüyordu…Arada ninesi aklını karıştıracak oluyordu ama onu da küçümseyerek geçiştiriyordu, ne de olsa yaşlı biriydi, bunaklık yakıştırması çok kolay üstüne uyduruluyordu, ama şimdi ne olmuştu, yalnız kalmış ve beyni kontrolden çıkmıştı, şimdi kendi beyniyle düşünüyordu, bu duruma çok yabancıydı…

Üzerinde düşündükçe, şimdiye kadar  fazla düşünmeden alıp kabul ettiği ve hayatını tanzimde esas aldığı mesajlardan bazıları saçma gelmeye de başlamıştı, ortam da çok soğumuştu, ya da ona yorgunluktan öyle geliyordu, ama çok üşüdüğü kesin bir gerçekti…Ellerini, ıslak ayaklarını ovuşturuyor, dermansız bacaklarını sallayarak ısınmaya çalışıyordu, ısınma hareketleri yaparken düşüncelerden de kurtulmaya çalışıyordu, soğuktan nerdeyse bütün vücudu uyuşmuş durumdayken beyni tam yol çalışıyordu, ona laf geçiremiyordu…

Düşünce girdabında dönüp dururken vücudu daha fazla dayanamadı oracıkta adeta baygın bir halde uyuyakaldı…

Artık başka bir alemdeydi, yaşamakta olduğu bu alemden başka alem olmadığına inandırılmıştı ama, işte gözlerini yumar yummaz başka bir aleme geçivermişti,
rüya alemindeydi, bir rüya görmeye başlamıştı; derin bir çukurdaydı, en azından 6-7 adam boyu vardı derinlik, çukurun  içi, duvarları çok korkunç soğuktu, böyle soğuk görmemişti, biran önce buradan tırmanıp kurtulmalıydı yoksa, kısa sürede donup gidecekti, çok aydınlık olmayan çukurun her yanı bembeyaz parlıyordu, buz beyazı…


Duvarlarda tutunacak bir yerler bulurum, tırmanıp kurtulurum umuduyla yakınındaki duvara yaklaştı, eliyle tutmaya kalktığı duvara eli yapışıyordu, her yan buzdandı, ve çok soğuktu, buna rağmen direndi, bulduğu bir gediğe ayağını sokup biraz yukarı çıkmak için eliyle kendini kaldırmaya çalıştı, fakat eli çok fena acıdı, daha fazla dayanamadı, elini bıraktı, çukurun dibine düştü, acıyan eline baktığında, duvardaki sivri buzun meydana getirdiği derin kesiği gördü, biraz korktu ama iyi birşey vardı, kesilen yerden kan çıkamıyordu, çünkü soğuktan donuvermişti, oturduğu yerden çaresiz  gözlerle çepçevre çukurun duvarını aşağıdan yukarı incelerken, çukurun en üst kenarında daha aydınlık bir kısım dikkatini çekti, dikkatlice bakınca orada oturan birisi olduğunu farketti; bu ninesinden başkası değildi seccadesini sermiş, başından hiç çıkarmadığı beyaz örtüsüyle çukurun kenarında seccadesinin üzerinde oturmuş dua ediyor…

Etrafında açık havalarda Dolunay’ ın çevresinde oluşan sarımsı beyaz hare var,
biraz sonra ayaklarının yerden kesildiğini ve çukurun ağzına doğru yükseldiğini hissetti,
hiçbir çaba sarfetmeden neredeyse çukurun ağzına kadar yükseldi, tam o sırada aklına böyle birşeyin ilmen mümkün olamayacağı, saçma bir rüyada yaşanabileceği geldi,
aynı anda kendini boş bir çuval gibi çukurun dibinde buldu, çok canı acımıştı, çok ta üşüyordu, acıyla gözünü açtığında anlamaya çalışan gözlerle etrafına bakındı ama hiçbirşey göremiyordu, hatta elini bile…

Tünelin girişinde iki karış yüksekliğindeki düz platforma yattığını hatırladı, uyurken ordan düşmüş olabilirim, canım ondan bu kadar acıyor her halde diye düşünerek, el yordamıyla tünelin duvarını ve o üzerine yattığı platformu buldu, kendini platformun üstüne çekti, kıpırdamadan oturdu, kendini hızla giden bir araçtan atılan kedi yavrusu gibi zavallı, çaresiz, perişan hissediyordu, dayanamadı bağıra bağıra, hıçkıra hıçkıra ağladı, ağladı, ağladı…

Ne olmuştu, neden bu kadar acı çekiyordu, sanki görmediği gizli bir güç yerden yere çalıyordu onu…Atletik yapılı güçlü kuvvetli babayiğit  bir genç olmasına rağmen kısa sürede çaresiz bir zavallıya dönmüştü, ortada aksi giden birkaç tabii olaydan başka birşey de görünmüyordu, bunların ardarda gelmesi de pekala tesadüf olabilirdi…

O sırada elinin acısını tekrar hissetti, eli acıyordu ama karanlıktan göremiyordu ki, aklına cebindeki kibrit geldi, buldu ve yaktı, evet eli kanıyordu fena halde yarılmıştı, yarığı kibrit tutan elinin ve bacağının yardımıyla sıkıştırarak kan kaybını önlemeye çalıştı, sonra cebinden mendilini çıkararak yaralı elini görmeden, el yordamıyla sardı,
bu acıyı rüyada sanıyordu ama gerçekte olmuş demekki, rüyayı hatırlamaya çalıştı, ninesi dua ediyordu, ve o az kalsın çukurdan  kurtuluyordu, sonra inanmayıp saçma bulunca çukurun dibine düşmüştü, ninesi hep “Allah inananların yardımcısıdır” derdi…

Evet , demek ki ninesi onu çok başarılı şekilde işliyordu, işte lazım olduğunda bir çok sözünü hatırlıyordu…yani? yani Allah denen varlık gerçekten varmıydı?

“Hani insan tek bir hücreden gelişe gelişe bu hale gelmişti” dedi kendi kendine!
“Kendi kendine mi? O tek hücre de nerden, nasıl ortaya çıktıysa” diye söylendi alaycı alaycı “işte o hücrelerden milyonlarcasını taşıyorsun ama kendi kendine bi çukurdan çıkamıyorsun, bırak çukuru burada donup gideceksin kendine çare bulamıyorsun,
o halde bize bahsettikleri o tek bir hücre nasıl bunca işi becermişki, insanlar, hayvanlar, ağaçlar nasıl ondan meydana gelebilmiş, ne becerikli hücreymiş (!) yahu cahil diye küçümsediğim ninemin tırnağı kadar doğru bilgi vermemişler bize, yazıklar olsun düşünebilen beynimiz olduğu halde onu bile kullanamamışız bunca yıldır,
nedir beyin, düşünebilen bir et parçası!…

Düşünebilen bir et parçası tek bir hücreden nasıl bu özelliğe ulaştı acaba, kendi çabalarıyla mı? Kasap vitrinindekiler de düşünüyor mu acaba, burdan kurtulursam o sosyete filozoflarına bunları ve boşa geçen bu ömrün hesabını soracağım, o ninemin de ayağının altını öpeceğim, söylediklerini anlamaya çalışacağım, alay etmeğe değil …
umarım beni affeder…

İyi ki kendi evimde bulamadığımı onun yanında buldum da, daha çok onların yanında kaldım, bak yanlışları bulmama yardım eden ne güzel şeyler anlatırmış meğer… Belki doğruları bulmama da yardım eder,

“Ey ninemin var olduğunu söylediği Allah, bana da yardım et…”

“Acizliğimi kabul edip ortalığın aydınlanmasını beklemekten başka yapacak birşey olmadığına göre sabahı uyuyarak bekleyeyim bari”  diye düşünerek uykuya daldı,
şimdi daha huzurluydu …
…………………………………………………………………………………………….

sabahın ışıkları tünelin ağzını doldururken, şimdiye kadar hiç duymadığı bir kuş sesiyle uykusundan uyandı, bülbül dedikleri bu olmalı dedi, ne söylüyorsa ne kadar da yanık, içten inanarak söylüyordu, ninesine göre kuşlar sabah onları  ve herşeyi yaratan Allah’ a dua, ve teşekkür ederlermiş, akşamları da yatmadan…


Bir kuş kadar olamadık bunca yıldır diye dudaklarını ısırdı…Dinlenmiş, üşümesi de geçmişti, güçlü bir yapısı olduğundan, biraz dinlenince vücudunun dengeleri yerine oturmuştu…Hemen kalktı, üstüne başına baktı, pek hoş görünmüyordu, eli de bayağı kanamış, mendilin dışına çıkmıştı kan lekesi, ama kanama kesilmişti, acıyı hissediyordu ama bu da geçerdi…Bunca sıkıntıya rağmen birşeyler de kazandığını hissediyor, seviniyordu gizli gizli…

Aklına sevgilisi geldi, “kızcağız merak etmiştir” dedi endişeyle…Bir haber verseydim hiç değilse merak etmezdi, belki de onu ektiğimi düşünüp kızmıştır bana…Tünelin diğer kapısına doğru yürümeye başladı, uzun bir tünel herhalde dedi, kapının olduğu yandan ışık görülmesi lazım, ama hiç ışık belirtisi yok, sonra aklına tünelin kavisli olabileceği geldi, ne kadar uzunluktaydı acaba, epey yürüdü karanlıkta, arada kibrit yakıyor, tehlikeli bir şey var mı diye çevreyi araştırıyordu, yoruldu, bir sigara içmek için durdu, kenarda yüksekçe bir yere oturdu, “ilginç bir durum” dedi kendi kendine, “ne kadar süreceğini bilmeden yürüyorum, hiç bir işaret yok tünelin ucunu gösteren, ne bir ışık, ne işaret levhası…”  İnsan umutsuzluğa düşüyor, panikliyor, babam gibi” diye düşündü…

Dedesinin hastalığı  aklına gelmişti…

Dedesi  ölmeden önce çok ağır hasta olmuştu, hastaneye yatırmışlar, nezaman ve nasıl biteceği belli olmayan bir çabalama, koşuşturma, masraf tufanı başlamıştı…Altının temizlenmesi, yemeğinin ağzına verilmesi gerekiyordu yatalak olmuştu, bakıma muhtaçtı, bakımı da çok zordu, daha sonra parayla yardımcı tutuldu falan ama, sürekli hastaneye gidiliyor, ilgileniliyordu, özgürlükleri de kısıtlanmıştı… Hayat çok zorlaşmıştı…

Şu anda genç adamın içinde bulunduğu, ucu görünmeyen ne zaman görüleceği de belirsiz tünel gibi, ne zaman biteceği belli olmayan bir kabus yaşanıyordu... Kabusun ne zaman biteceği belli olsa insan kendini ona göre hazırlar belki, ama belirsizlik çok uzun süreleri akla getiriyor, moral çöküşüne sebep oluyordu; o da kabusu daha da ağırlaştırıyordu tabiatıyla.

Babası bu yükün altında ezilmeye başlamıştı, bu hastalık çok uzun sürerse acaba sonuna kadar dayanabilecekmiyim, bakımını nasıl yaparım, görevimi tam olarak yapabilecekmiyim, ya hata yaparsam diye çok endişelenmiş, paniklemişti...
Adamın dünyası kararmıştı, dedesi ölmeden o gidecek diye korkmuşlardı, ninesi o dönemde de çok rahattı, kocasını severdi, sevmediğinden değildi rahatlığı.. "Allah'ın izni olmadan kuru yaprak düşmez, O'na teslim olmak gerek" der oğlunu sakinleştirirdi. Bir de imtihandan bahsederdi, herşeyin bir imtihan olduğunu söylerdi; "Onun için isyan etmeden sakik sakin sabırla görevlerinizi yapın" derdi..

Sonra çok uzun sürmedi, dede öldü,babanın paniği boşuna çıktı ucu belli olmayan bir tünel gibi yani, belki bu tünel de kısa süre sonra bitiverecekti.. Bu düşünceyle; sigaranın bitmesini beklemeden kalktı yürümeye başladı, daha hızlı, kararlı, umutlu yürüyordu şimdi.. "Şu ninem ne büyük kadınmış" dedi kendi kendine.. Dibinde durduğum için farketmedim herhalde ulu bir dağ gibi..

Tünel hakikaten bir kavisle devam etti, sigarasını bitirmeden önündeki aydınlığını artmaya başladığını farketti, sona yaklaşıyordu işte..

Ortamın aydınlanmasıyla tünelin duvarında portakal rengi birşey dikkatini çekti. Bu da bir telefondu, üstünde birşeyler yazıyordu, ama okumaya sabredemeden heyecanla atılıp ahizeyi kulağına götürdü, çok kısa süre sonra sabah öten bülbülün sesi gibi şakıyan bir bayan sesi duyuldu kulaklıktan, "Buyrun efendim, karayolları.." Tünelin kurtarma ekibi, sizin için ne yapabilirim" diyordu.. 
        
"Aman Allah'ım ne büyüksün" diyebildi, boğazına birşey tıkanmış, gözlerinden yaşlar boşalmıştı, konuşamayacağını anlayınca ahizeyi yerine koydu..
------------------------------------------------------------------------------------------------------------
Kurtarma ekibi bürosunda alelacele karnını doyurup biraz ısındıktan sonra sevgilisine telefonla durumu özetledi.  Aklı ninesindeydi, o artık sevdiği insanlar listesinin en üstündeydi, sağlanan ilk vasıtayla geriye döndü, bir buket beyaz gül alıp dosdoğru ruhunu kurtaran kadına, ninesine koştu...

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder